Miraç Kandili Nedir? Miraç Gecesinin Önemi ve Fazileti

Miraç Kandili Nedir? Miraç Gecesinin Önemi ve Fazileti

Recep ayının 27. gecesine Miraç gecesi denir. Miraç kelime anlamı itibariyle göğe çıkma, yükselme anlamlarına gelir. İsra ve Miraç hâdisesi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretinden 18 ay evvel vukû bulmuştur. Miraç hadisesi, Peygamber Efendimiz’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya oradan da Allah’ın huzuruna yükseldiği hadiseye denir. Peygamber Efendimiz bu gece pek çok rûhânî ahvâl ve ikrâma kavuşmuş olmakla birlikte hiç bir kulun ulaşamayacağı manevi alemlere varmıştır.

09 Mart 2021 - 06:42

Miraç Kandili Nedir? Miraç Gecesinin Önemi ve Fazileti

Giriş Tarihi: 09.03.2021  02:43 Güncelleme Tarihi: 09.03.2021  07:43

Miraç Kandili ne zaman? Hazreti Muhammed'in Allah'ın huzuruna yükseldiği gece olarak kabul edilen Miraç Kandili 10 Mart günü idrak edilecek. Peki, Miraç Kandili nasıl geçirilmeli? Miraç Kandilinde hangi ibadetler yapılmalı? Miraç kandilinin önemi...

Miraç Kandili Nedir? Miraç Gecesinin Önemi ve Fazilet

 Tarih: 10 Mart 2021

Miraç Kandili nedir? Miraç gecesinin önemi ve fazileti nedir? Miraç gecesinde neler yaşandı? Miraç gecesinin anlamı ve fazileti nedir? Miraç Kandili'nde yapılacak dua ve ibadetler nelerdir? Kısaca Miraç hadisesi, Miraç nedir?

Recep ayının 27. gecesine Miraç gecesi denir. Miraç kelime anlamı itibariyle göğe çıkma, yükselme anlamlarına gelir. İsra ve Miraç hâdisesi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretinden 18 ay evvel vukû bulmuştur. Miraç hadisesi, Peygamber Efendimiz’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya oradan da Allah’ın huzuruna yükseldiği hadiseye denir. Peygamber Efendimiz bu gece pek çok rûhânî ahvâl ve ikrâma kavuşmuş olmakla birlikte hiç bir kulun ulaşamayacağı manevi alemlere varmıştır. İşte bu gece her yıl Miraç Kandili olarak idrak edilir.

Hak Dostları tarafından Miraç gecesinin Kadir gecesinden sonra en faziletli gece olduğu söylenir.

İsrâ ve Miraç olarak ifâde edilen bu ilâhî ikram, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâklerin ötesinde ve tamâmen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Meselâ, beşerî mânâda mekân ve zaman mefhûmu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşâhedeler, bir sâniyeden daha az bir zaman içerisinde vukû bulmuştur.

İsrâ Sûresi: 1. Âyet

Hak Teâlâ buyurur:

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bâzı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (el-İsrâ, 1)

MİRAÇ GECESİNİN ÖNEMİ VE FAZİLETİ

Miraç Kandili'ni ibadetle geçirmenin sevabı çok büyüktür. Çünkü bu gece Peygamber Efendimize ve ümmetine "namaz" hediye edilmiştir. Beş vakit namaz farz kılınmıştır. Peygamberimize (s.a.v) “Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” müjdesi verilmiştir. (Râzî, XXVIII, 248)

Yine Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (Miraç’ta) üç şey verildi: Beş vakit na­maz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, Îman, 279) müjdesi verilmiştir.

Miraç gecesine özel ibadet bulunmamaktadır. Fakat gündüzünde oruçlu olmanın, geceyi nafile ve kaza namazları ile eda etmenin ecri büyüktür. Bu geceye özel toplanıp, cemâatle namaz kılınması bid’at sayılmaktadır. Zaten, Terâvihten başka hiçbir nâfile namazın, çağrışarak cemâatle kılınması sünnet değildir, mekrûh sayılır. Ancak bir yerde bulunan, iki üç kimsenin bu gibi namazları cemâatle kılmaları câiz görülmüştür..” (İslâm İlmihali, Ö. Nasuhi Bilmen sh: 207)

MİRAÇ KANDİLİ'NİN GÜNDÜZÜNDE ORUÇ TUTMANIN VE NAFİLE NAMAZ KILMANIN ÖNEMİ

Peygamber Efendimiz “Bir kimse Recep ayında oruç tutsa, Allah Teâlâ tarafından üç türlü lütûf ve inâyete mazhâr olur. Bunlardan biri, Allah Teâlâ onun geçmiş günahlarının tümünü mağfiret eder. İkincisi, ondan sonraki hayatında da onu korur. Üçüncüsü, mahşer yerinde, susuzluktan emîn olur.” buyurdu. (Gunye 1/181-182)

Miraç’taki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır. Hak dostları bu gecede namaz kılmanın ehemmiyetine dikkat çekmişler ve namaz borcu olanların kaza namazı kılmalarını tavsiye etmişlerdir.

Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Dualar ve Zikirler kitabında “Miraç Gecesi Namazı”nı şöyle anlatılmaktadır:

“Receb-i Şerîf’in yirmiyedinci gecesine müsadif olan mübarek Leyle-i Mi’rac’da oniki rek’at nafile namaz kılınması müstahsen görülmüşdür. Her rek’atda Fâtihâ-i şerîfeden sonra başka bir sûre okuyarak iki rek’atda bir selâm vermeli ve sonra yüz kere:

Okunuşu: “Sübhânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber.”

Allah’ı tesbih ederim/bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim, hamd Allah’a mahsustur, Allah’tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür.” zikrini okumalı. Sonra yüz kere istiğfar etmeli ve yüz kere de Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz’e salât ve selâm göndermelidir. Bunlardan sonra da kendisi için istediği şekilde dua eder.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları

ALLAH (C.C.)

ALLAH (C.C.)

    Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim. En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'bud. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.
ALLAH (C.C.)
İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (Meryem, 19/65).

İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda "şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah'u Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler "Allah!' gibi özel isim değildir. ilâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez. Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.

İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.

Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibadet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.

İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (el-Bakara, 2/30) ve bu konuşmada Âdem'in -insanın- Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.)

"Her doğan insan, İslâm fıtratı üzere doğar, onu Mecusi, Hristiyan veya Yahudi yapan ana ve babasıdır." (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve

"Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler)." (Yûnus, 10/23)

 ayeti de keza Allah inancının -her ne suretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.

Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri Ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir." "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (ez-Zümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.

Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler.

Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "...ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim. " (el-En'âm, 6/79) ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir." derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?" (İbrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler. Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir." derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz. " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler. Netice olarak, semavât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller vardır. (el-Bakara, 2/164).

Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. (Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk değildir.) (İhlâs, 112/1-5). Gözler Onu idrak edemez, (el-En'âm, 6/103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mümin, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir. Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir. Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:

a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ'dır.

b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .

c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah'ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.

Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır. Kur'an'da Allah hakkında varid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi vasıflamalardır. (bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla Allah'ı cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.

Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahman ve rahîmdir. (2/163). Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir." demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah'ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta, sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) delîller vardır. " (el-Bakara, 2/164)

Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah'ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller vardır. Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
Karşılıksız ALLAH (C.C.) sevgisi

A) Aklî deliller

1. Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat.

Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır. bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:

a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir. Söyle ki:

Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır.

Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur. Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.

b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır

c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.

2. İmkân Delîli

a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.

b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.

c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.

3. İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır. Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır. (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, ...)

Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten Allah'ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.

B) Naklî Deliller:

Naklî delillerden kastımız, Allah'ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur'an ayetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:

1. "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik." (Nebe', 78/6-16).

2. "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (el-Bakara, 2/164).

3. "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır. " (Nûh, 71/15-18).

4. "Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi?"

"Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz. 'biz borçlandık, doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt. " (el-Vâkıa, 56/58-74).

5. "Yer ve gökleri yaratan Allah Teâlâ'nın varlığında şüphe edilir mi?" (İbrahim, 14/10).

6 "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler, 'Hamd Allah'a lâyıktır.' de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar. " (Lokman, 31/25).

7. "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. işte doğru dîn odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30).

ALLHA'IN SIFATLARI:

İslâm'da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah'a imandır. Allah'a iman ise; yalnız Allah'ın mücerret zat-ı ilâhisine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla", yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan "noksan sıfatlara" ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Zatî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:

Zatî Sıfatlar

1. Vücut. Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlık O'dur. O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .

Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ın ilâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır. O'nun varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.

Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir. Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.

2. Kıdem. Allah Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir, ezelîdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır. Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.

Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir.

3. Bekâ. Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir. "O, evvel ve ahirdir." (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir-. " (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun delilleridir. Allah'ın vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez. Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam ettirememe acizliktir. Acizlik ise noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur.

Bekâ'nın zıddı "fena (bir sonu olmak)"dır. Allah'ın fânî olması ise aklen muhaldir.

4. Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe). Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır. Hayalimizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatını "O 'nun benzeri yoktur. O, herşeyi işitici ve görücüdür. " (eş-Şûrâ, 42/11) ayetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.), "Allah aklına gelen her şeyden başkadır." buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu. Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır. Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı manasında kullanılmıştır.

5. Kıyâm Binefsihi. Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna mukabil Allah'ın varlığı kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O'da Allah'tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz.

"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır." (Fâtır, 35/15)

"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir." (el-Ankebut, 29/8).

6. Vahdâniyet. Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca "Tevhîd Akîdesi" denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb'ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur. O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun eşi ve benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş. Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır. Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir , şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından)doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/1-4) .

b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn, 109/1-6).

c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3).

d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91)

e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu." (el-Enbiyâ, 21/22).

Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da aciz-güçsüz olurdu. Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.

Sübûtî Sıfatlar

7. Hayat. " Allah hayat sahibidir. " (Âl-i İmrân, 3/2). Bu sıfat, Allah'ın zatına vacip olan sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır. Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir.

"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan. " (el-Furkan, 25/58).ayeti ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder.

ALLAH (C.C.) İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (Meryem Süresi, 19/65).

Letâif Ne Demek? Letâiflerin Anlamı Nedir?

Giriş Tarihi: 9.1.2016  20:15 Son Güncelleme: 9.1.2016  20:33

Tasavvufî terbiyede en önemli vasıtalardan birinin “zikrullah” olduğunu daha önce ifade etmiştik. Allah dostları, zikrin kalpte dâimî bir idrak hâlinde yaşanabilmesi ve insanın âdeta zikrin içinde kaybolup asıl mezkûr olan Cenâb-ı Hak’ta fânî olması için, tarih boyunca muhtelif usûl ve metotlar belirlemişlerdir. İşte bu metodlardan biri de insan vücudunun muhtelif bölgelerinde bazı letâifler (rûhânî merkezler) belirlemek sûretiyle zikr-i küllîye erişme yoludur.

Letâif Ne Demek? Letâiflerin Anlamı Nedir?

Tasavvufî terbiyede en önemli vasıtalardan birinin “zikrullah” olduğunu daha önce ifade etmiştik. Allah dostları, zikrin kalpte dâimî bir idrak hâlinde yaşanabilmesi ve insanın âdeta zikrin içinde kaybolup asıl mezkûr olan Cenâb-ı Hak’ta fânî olması için, tarih boyunca muhtelif usûl ve metotlar belirlemişlerdir. İşte bu metodlardan biri de insan vücudunun muhtelif bölgelerinde bazı letâifler (rûhânî merkezler) belirlemek sûretiyle zikr-i küllîye erişme yoludur.

  • VÜCUDUMUZDAKİ MÂNEVİ MERKEZLER

Maddî vücûdumuzun hayâtiyetini devam ettirmesi için kalp, beyin, karaciğer, akciğer gibi birtakım cihazların sıhhatli çalışması ne kadar lüzumlu ise, mânevî dünyamızın uyanması ve hassasiyet kazanması bakımından da birtakım mânevî merkezlerin varlığı ve sıhhatli çalışması da son derece lüzumludur. İşte ehlullah hazarâtı, keşif ya da tecrübe yoluyla, vücutta bazı letâifler/rûhânî merkezler belirlemişlerdir. Bazı farklı değerlendirmeler var ise de genel kabul gören anlayışa göre bu letâifleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

Kalp: Sol göğsün iki parmak altında çam kozalağı şeklinde bulunan et parçasını mahal edinen, yani maddî kalbin derûnunda hissiyatımızın merkezini teşkil eden mânevî latîfedir.

Ruh: Sağ göğsün iki parmak altında bulunan mânevî latîfedir.

Sır: Sol göğsün iki parmak üstünde bulunan mânevî latîfedir.

Hafî: Sağ göğsün iki parmak üstünde bulunan mânevî latîfedir.

Ahfâ: Göğsün tam orta kısmında ve diğer dört letâifin ortasında yer alan mânevî latîfedir.

Nefs-i nâtıka: Alnın tam ortasında iki kaşın arasından yukarıya doğru dik bir çizgi hâlinde bulunan bir latîfedir.

Zikr-i sultânî/Zikr-i kül: Zikrin, vücûdun bütün zerrelerine kadar yayılmasıdır. Diğer bir ifadeyle yukarıda zikredilen latîfelerin zikre alışması gibi, vücûdun bütün zerrelerinin birer latîfe hâline gelerek Allâh’ı zikretmesi hâlidir.

EMİR ÂLEMİNDEN BİR SIR

Gönül terbiyecileri olan Hak dostları, bu letâiflerin asıllarının “halk âlemi”nden değil, mânevî kalp gibi “emir âlemi”nden bir sır olduğunu beyan etmişlerdir. Ehl-i mükâşefe için ayân olan bu hâlin, söz kalıpları içinde ifadesi zordur.

CEHRÎ ZİKİR, HÂFÎ ZİKİR

Nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi için zikrin lüzumuna yakînen inanan mürşidler, zikrin hem cehrî (açıktan dille yapılanı) hem de hafî (gizli sessiz ve sözsüz yapılanı) olmak üzere iki şekilde icrâ edilebileceğini ifâde etmişlerdir.

HÂFÎ ZİKRE DELİL OLAN ÂYET-İ KERİME

Letâiflerde yapılan zikir, cehrî bir zikir olmayıp, hafî zikirdir. Âyet-i kerîmede zikrin bu çeşidine şöyle işâret edilir:

“Kendi öz benliğinde yalvararak, ürpererek ve sesi de yükseltmeden Rabbini sabah akşam zikret. Ve sakın gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)

LETÂİFLER NASIL ÇALIŞIR?

Letâifler, ancak çok zikretmekle uyandırılabilir. Son dönemin büyük âriflerinden Mahmud Sâmi -kuddise sirruh- bu konuda şöyle buyurur:

“Zikr-i dâimî, kalbi yumuşatacak ve tasfiye edecek birinci şarttır. Çünkü Cenâb-ı Hak; “Ey mü’minler! Allâh’ı çok çok zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyurmuştur. Zira az yapılan zikir, kalbin yumuşamasına kâfî gelmez, kalp ancak çok zikirle yumuşar. Hiçbir şey buna mânî olmamalıdır. İnsanın mükerrem oluşu, zikr-i dâimî ile tecellî eder, beden bununla nurlanır, temizlenir.”[1]

ZİKRULLAH'IN MÂNEVİ TERBİYEDEKİ ÖNEMİ

Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Topbaş -kuddise sirruh- da, zikrullâhın mânevî terbiyedeki ehemmiyeti hususunda şu tespitlerde bulunur:

“Zikir, mühim bir aşk ve îmân ölçüsüdür. Seven sevdiğini çok zikreder, ara vermeden gece gündüz, her saatte, her anda zikreder, anmadan yapamaz. Zikrullâha vâsıl olan her şeye kavuşmuştur. Zikrullâhtan mahrum olan da her şeyi kaybetmiştir. Zikrullâh kalbin nuru, rûhun huzuru, gönlün cilâsı, aklın ölçüsüdür. Zikre devam edenin kalbi mâmur, fiil ve ahlâkı güzel, rûhu sevinçli olur.

Bir kalbe aşk-ı ilâhî girerse, o gönülde Allah zikrinden başka hiçbir şey kalmaz, hepsi yok olur. Evvelce geçirilen büyük mecâzî aşklar bile.

Kalbi zikirle meşgul etmeli, zikirle uyandırmaya, çalıştırmaya gayret etmelidir. İyi çalışıldığı takdirde zikir bütün letâiflere dağılır, nefse, sonra cesede.”[2]

KIYAMETTE YÜZÜMÜZÜN AK OLMASI İÇİN

İnsan, bedeni itibâriyle türâbîdir, yani toprağa mensuptur ve neticede toprak olacaktır. Ruh itibâriyle ise Rabbânîdir ve ruh ölümsüzdür. Yeniden dirilişin gerçekleşeceği kıyâmet gününde, bu rûha yeni bir beden giydirilecektir. Bu bedenin keyfiyeti, dünyada iken rûhun kazandığı mânevî seviyeye göre nûrânî ya da zulmânî bir şekilde tezâhür edecektir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ ﴿106﴾ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ى رَحْمَةِ اللّٰهِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿107﴾

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara; «Îmânınızdan sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azâbı tadın.» (denecektir). Yüzleri ağaranlara gelince, (onlar) Allâh’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmrân, 106-107)

Letâiflerin ve hattâ bütün mânevî dünyamızın şu âlemde nurlanması, kıyamette yüz aklığının en müessir vesîlesi olacaktır. Bu itibarla ölmeden önce nûrâniyete bürünme adına tam bir mücâhedeye sarılmak zarûrîdir.

Dipnotlar: [1] Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Bayram Sohbetleri, Erkam Yayınları, İstanbul 2005, sh. 44-45. [2] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-I, Erkam Yayınları, İstanbul 2004, sh. 66

Bu haber 990830 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
CHP'li İBB Başkan adayı Ekrem İmamoğlu Alevilere meydan okudu: Size ihtiyacım yok ben kazanırım
CHP'li İBB Başkan adayı Ekrem İmamoğlu Alevilere meydan okudu:...
CHP - DEM - Kandil - Brüksel hattında 'İstanbul' pazarlığı! İmamoğlu'ndan PKK ile 100 milyon dolarlık kirli mutabakat: Demirtaş'a böyle el çektirdiler
CHP - DEM - Kandil - Brüksel hattında 'İstanbul' pazarlığı!...